12 Ekim 2017 Perşembe

Ya Sonra...


Uzun zaman sonra merhaba

Hayat o kadar yorucu ki ne yapmak istediğini karar veremez hale gelip, bir an kendi kabuğumuzun içinde boğulmaya başlıyorsunuz.

Ya kabuğu kırıp dışarı çıkıyor, ya da aynı acıları içinizde ısıtarak mideniz bulanana kadar yaşıyorsunuz.

Acı çektirmek mi? Kendimize en en derinlere sokarak acıyı damarlarımızda hissetiriyoruz. 

Dün bir arkadaşım yaz dedi. İçinde konuştukarını yaz yaz anlat. O zaman çıkar yolu bulabilirsin. 

Yazmayı çok çok sevdiğim halde bayağıdır yazmayı kestim. Nasıl bir eksiklik oldu içimde anlatamam. Bende başladım içimdekileri bir bulanık kafa ile yazmaya. 

Belki saçma sapan. Belki manidar. Belki de bir çoğumuzun düşündüğü aynı şeyler. 

Anlatamadıklarım da var. Kimseye dile getiremediklerim de.

En ağırı da anlatamamak.

Dün akşam kafamın içinden dökülenler bunlar:

İyiyim demek dudak alışkanlığı olmuş.

Hayat o kadar çok inişli çıkışlı ki. 

Evren önüne sürekli engeller koyuyor.

Genelde de hep iniş oluyor.

Mutluluklar az da olsa hep mutluluk peşin de koşup yoruluyoruz.

Masum değiliz gerçekten hiç birimiz.

Hep bir hak arayışı içinde koşup durmak ne kadar da yorucu.

Ortak bir payda buluşmak varken bunca hırs, bunca çekişme neyin çabası?

Her şey sevilmek uğruna mı ?

Hayır. Değil...

Her şey iyi olmak. İyi anılmak uğruna olmalı.

Şu ahir dünya da bir gün daha yaşamak, bir gün daha yaşamın kıymetini bilmek lazım.

Bak düne dönemiyoruz ama yarın yapmak istediklerimizi bir şekilde planlıyabiliyoruz.

Ne geçerse önünden, ne olursa da olsun şu dünya da, güzel kılmak da biraz senin elinde.

Değil mi ki?

İyiyim demek dudak alışkanlığı ya. Değil işte. İyi olmadan da iyiyim gibi rol yapma çalışması.

O yüzden objektife hep gülen yüzler yansıyor.

Ağlayan salya sümük üzgün fotoğraflar çerçeveler de yerini almıyor.