17 Ekim 2018 Çarşamba

Lydia Kitap Yorumu




Seriye çok geç başladım ama şimdi sabırsızlıkla diğer kitabın çıkmasını bekliyorum. 

Tüm dengelerin bir bir sarsıldığı “Kim ne yapacak? Kime ne odu?” soruların ardı ardına kesilmediği 

Lydia merak uyandırıcı bir sonla bitti.

Bir önceki kitabın sonlarına doğru İzabel’in planlarını okumuştuk.

Lydia ise İzabel yanında Victor ve Niklas’ın kız kardeşi olan Naeva ile birlikte Meksika’ya gitmesi ile başlıyor.

Sarai olarak kaçtığı yere ölümü göze olarak geri dönen İzabel, gözü kara, asi ve dik başlı halleri ile köle eğitmeni Cesara’nın dikkati çeker ve onunla birlikte eğitmenliğe başlar.

Cesara’nın kalbini sızan İzabel onun güvenini kazanır kazanmasına ama ta ki tüm itirafların ortalığa saçıldığı açık artırmanın üçüncü gecesine kadar.

Bu seriyi okuyan çok okuyucu var ve ben bu kitapları yorumlarken spoi vermek istemediğimden, kendi düşüncelerimi yorumlamaya özen gösteriyorum.

İzabel, Lydia olarak gittiği Meksika’da istediğini elde ediyor etmesine ama arkasına da onu sarsan bir çok şeyle yüz yüze kalıyor. En acısı da Victor. Sonra Fredric, sonra Niklas.

Hepsi dağılmış durumdalar.

Nora var mı yok mu hiç belli değil? Birliğe girmek için yanıp tutuşan Nora, bu sefer ortalıklarda görülmüyor. Ona göre İzabel başının çaresine bakar.” diyor.

Doğru da biliyor. İzabel başının çaresine bakıyor ve herkesi alt ediyor.

İzabel’in Neava’yı kurtarmak için ettiği o çok önemli itirafı, birçok okuyucu kızdırıp sinirlendirse de ben İzabel’i haklı buldum. Bir düşünün derim. 

İzabel bir anlaşma yaptı ama o yaptığı anlaşmaya uydu mu? Hayır. Kimseyi ne sattı, ne de teslim etti. Başladığı yere geri dönerek, kendi elleri ile cezayı kesti.

Sarai’den İzabel’e dönüşen, sonra Lydia’laşan kitabın en güçlü karakteri hep bana göre İzabel oldu.
Seride acayip bir çekim var. 

Her türlü kendini okutmayı, okuyucuyu da kitabın içine almayı başarıyor. Daha ne kadar yeni kitabı bekleriz bilmiyorum ama ben biran önce final okumak istiyorum.

10 Ekim 2018 Çarşamba

Buğu Kitap Yorumu




Merhabalar 

Yorumuma son zamanlarda okuduğum en ilginç kitaplardan bir tanesi diyerek başlıyorum. Nihan Kaya’nı okuduğum ilk kitabı. Bu kitabı da @kitapsokagii sayesinde tanıdım. Yorumunu çok beğenince de okuyup yorumlamak istedim.

Kitap sanki gerçek, sanki de değil.

Akıl hastanesine araştırma yapıp roman yazmak için giden Nihan Kaya’nın yüzüne tüm kapılar kapanır. O da temizlikçi olarak işe başlar. K blokundaki hastaları gözlemler. Gözüne çarpan en farklı hasta Yasef’dir.

Yasef, karısı Nur’u ve arkadaşını öldürmüştür ama neden öldürdüğünü kimse doğru düzgün bilmez.

Yasef Nihan’la konuşmaya başlar ve Nur’u anlatır. Yasef anlatır, Nur ve Yasef yeniden hayat bulur. Roman iki başlıkta ilerliyor. Roman ve Gerçek başlıklarını okuduğunuzda ilk başta bütünlük kuramasanız da sayfalar aktıkça anlıyorsunuz. Kitap boyunca Nur’un yaptıklarına çok kızdım. Bir amaca hizmet ediyordu ama ben Yasef’e yaptıklarını hiç sevmedim. Bazı yerlerde Yasef beni kızdırdı ama kitabın sonlarına doğru ona hak verdim. Yasef Nur’u ilk gördüğü kapı eşiğinden beri sevdi. Hem de çok sevdi.

Bende romanı sevdim. Yazarın benzetmeleri çok güzel buldum. Hele bir paragrafta anlattığı kadın ve erkek oluşumu vardı; ona bayıldım. Belki bir ara alıntı şeklinde yazar paylaşırım. İnsan psikolojisinin insanda nelere yol açtığını anlatan, benzetmeler ve bence gerçek olgularla bütünleşmiş bir roman Buğu. 


Romanın sonunda yazarla  Buğu üzerine yapılmış olan röportajı okuyorsunuz ve Buğu’nun çıkış hikayesini öğreniyorsunuz.

Kısacık ama etkileyici. Ben çok etkilendim. Uzun süre sonra bu tür bana oldukça iyi geldi ve ne zamandır Zweig okumadığımı hatırlattı.  

Son söz olarak, yazarın az da geçmişini okuduğumda basılmış çok kitabı olduğunu gördüm. Bir ara onlara da bakmayı düşünüyorum.

Yazarı ve kitabı bana tanıtan kitap arkadaşıma teşekkür ederim.

8 Ekim 2018 Pazartesi

Küçük Bir Bolu Gezisi



Merhaba

Doğayı çok seviyorum. hele denizi ayrı bir seviyorum. Doğa ve deniz aşkım Karadeniz kızı olmamdan kaynaklıyor diye düşünüyorum. Yoksa bu kadar çayır çimen gezmezdim herhalde.

Geçenlerde yine kendime bir kültür turu planı yaptım.

Bir yıldır gitmek için çok niyetlenip gidemediğim, Yedigöller'i programına ekledim.

Sabah erkenden çıktığımız yolda ilk durağımız Maşukiye'ydi.



Doğanın içine kurulmuş Vadi Restuarant'ta kahvaltımızı doyasıya yaptık.


Ben yapmış olduğumuz kahvaltı ve hizmetten son derece memnun kaldım. Bölgedeki en iyi yerlerden bir tanesi diyebilirim.

Vadinin içinde dolaştık. Dinlendik. Temiz hava ile ciğerlerimizi bayram ettirdik.



Uzun bir aradan sonra yola devam ettik ve Yedigöller'e doğru koyulduk.

Bolu sapağından sonra otoyoldan çıkıp, girmiş olduğumuz virajlı patika yolda zaten nasıl bir doğa ile karşı karşıya kalacağımızın ilk izlenimlerini hissettik.

Sağlı sollu ağaçların arasından tırmandık, indik tepelere ulaştık.


Aralarda molalar verip doğanın keyfini de çıkarmadık değil. 

Sonunda Yedigöller'e vardık. 



Yedi adet gölün bir arada iç içe birbirine bağlandığı Yedigöller doğa harikası. Kampçıların uğrak yeri. Göllerden ayrılıp içlere doğru ilerlediğinizde alabildiğine sık ağaçları bir arada görüyorsunuz. 

Ama ben hayalimdeki Yedigöller'i yaşayamadım. Sanırım gittiğim zamanla alakalı bir sıkıntı yaşamış olabilirim. 


Göl kenarların daha temiz olmasını, kampçıların her göl kenarını istila etmemesini umardım. Göl kenarlarında bankaların olmasını birazda çiçeklendirilmesini isterdim. 

Milli park girişi ücretli. Daha bakımlı olabilir diye düşünüyorum. Bir saat yürüyerek tüm gölleri ve şelaleyi görebilir, bol bol fotoğraf çekebilirsiniz. 


Yalnız dikkat edin temiz hava, bol oksijen sizi çarpabilir. 

Yedigöller'den sonra üçüncü durağımız Gölcük Milli Parkı. 


Akşama doğru vardığımız parka ben tek kelime ile bayıldım:) Benim doğa aşkıma hitap eden, yürüyüş yapabileceğiniz, sık ağaçları bir arada göreceğiniz, temiz hava eşliğinde kahvenizi yudumlayacağınız bir yer. Gölün etrafı, tertemiz hali gerçekten görülmeye değer. fazla zaman geçirememiş olsam da kısa sürede gölün etrafını turladım. 

fotoğraf çekeceğim sevdasına çamura bulanıp, ıslak ayakkabılar ve pantolonla 2,5 saat yürüdüm. 

Ayaklarım buz kesti ama bu üşümeye değdi. 



Kesinlikle hayran olduğum bu yere yeniden gitmeyi şimdiden planlıyorum. 

Kışın gölün buz tuttuğunu ve üzerinden yürüyerek geçildiğini duyunca kar yağdığında mutlaka gideceğim diye kendime söz verdim. 

Nasipse 2019 yılında yine oradayım. 

Yorucu geçen ama doya doya yaşadığım Bolu maceramdan anlatabildiklerim bu kadar ama hissettiklerim çok fazla. 



Bakalım bir sonraki rota bana nereyi gösterecek. 

Sevgiler

Elmas